Adalet
ADALET HERKESİN YARASI OLUNCAYA DEK!
Ne deli akan kanın savunusu ne de partili itidalin propagandası;
sadece adaleti kendi meşrebince arayabilenlerin sofrası.
Bu yazının temel saiki belirsiz. Bir çaresizliğin neticesi belki ya da İstanbul’a uzak olmaktan kaynaklı direnişe omuz verememenin telafisi. İnsanın içine çöken olanca kötümserliğe rağmen buradayım diyen umudun nişanesi belki de. Yahut adaleti kendi meşrebince arayan birinin maşrapasından süzülen birkaç kırık dökük sayfa… Emin olmasam da her zaman temcit pilavı gibi önümüze koyulan bir söylemi yeniden görmenin hemen arkasından kaleme alındığını belirtmeliyim. Pilavı yemeyip de ne yapacaktım?
Memleket ahvali yakamıza her çöreklendiğinde sanatçılardan, akademisyenlerden tepki bekleyen ve adalet için ses vermesini vazedenler olur. Haklıdırlar. Felsefecilerin ülkede bunca şey olurken gündemle ilgisiz salt akademik yayınlarının duyurusunu yapmasına bozulanlar, yine felsefecileri olanaklı dünyalardan gerçek dünyaya çağırmış. Bir kez daha haklılar. Felsefeciler de diğer herkes gibi hesap peşinde. Felsefeci kalmakla yetinmeyen filozoflar ise seyirde.
Sokağa çıkmak, yürümek, ses çıkarmak, söz üretmek, oy kullanmak ve sokağını, eylemini, sesini, sözünü ve oyunu müdafa etmek hak saygısından ve insanlık onurundan gelir. Peki bu insanlık kümesi içindeki tekil insancıklar kendi özgün katkılarını nasıl sunsalar beğenirdik? Yürümek, ses vermek evet, ama anlamlı söz nasıl otantik hale gelsin ve direnişe katkı sunsun isterdik? Bir filozof ya da felsefeci olarak özgün katkımı nasıl sunabilirim? Daha da ötesi, felsefenin olan bitene katkısını görünür kılmak için ben felsefeye nasıl bir katkı sağlayabilirim? Her sorunun gerçek bir soru değil, yargı vermenin retorik bir yolu olabileceğini hatırlatmakla yetineyim.
Bu sorular salt birer soru ya da bireysel bir yargı olmaktan öte. Felsefenin yaşamdaki yeriyle ilgili doğrudan. Sofradan yemeyenin fildişi kulelere ötelediği felsefe, öteleyenler ihtiyaç duyduğunda geri gelsin ve yaşam olsun isteniyor. Kahvesini içmediğinden hatır sorulur mu hiç? Soruyorlar. Söyleyelim…
Uzun yıllar sofradan kovulan bir çocuk, ihtiyaç duyulduğunda her şeyi unutup geri gelir mi hiç? Gelir elbet, belki unutmaz geçmişi ama davete icabet etmek edeptendir. Ya da bazısı döner sofraya sırtını da ne çağrıyı duyar ne de sofranın tam takırından kuru bakırından haberdar olur. Homo Academicus böylesi bir çocuk. Yaşam ona beklediği itibarı vermeyince akademik yaşamın itibar oyunlarıyla geçirir zamanını. Boşverelim. Seyirdeki filozoflar peki? Cevap mı versin isterdik sorularımıza? Fukaralığımıza, ezilmişliğimize, haklılığımıza, haksızlığımıza, heyecanımıza ve hezeyanımıza ortak olsunlar mı isterdik?
Olurlar ama bir gözleriyle sizin baktığınız yere, bir gözleriyle de size bakarlar. Cevapları hoşunuza gitmeyebilir; ya da sizi sarıp sarmalayabilir. Soruları ise huzursuz edebilir. Mesele de tam burada…
Nedir felsefenin öncelikli nesnesi, aracı, güzergâhı ve ereği? Hepsi de kavramlardan geçer. Kavramlarla oynar filozof. Kâh yaratır, kâh yıkar, kâh kullanır, kâh sorar… Kimi sorular masaları dağıtır. Tam da ihtiyaç olan şey…
Platon’un idealar’ına soyut ve hayattan kopuk damgası vurulduğundan bu yana iflah olmadık aslında. Felsefe tarihinden meselenin ehemmiyetini anlayanlar tekrar etti çeşitli vesilelerle: “İnsan aklı bilgilerinin bir türünde özel bir yazgı ile karşı karşıyadır: Öyle sorular tarafından rahatsız edilir ki, onları geri çeviremez, çünkü ona aklının doğasının kendisi tarafından verilirler; ve gene de onları yanıtlayamaz, çünkü insan aklının tüm yeteneğini aşarlar”. (Kant, Saf Aklın Eleştirisi; kitabın ilk cümlesi.)
Platon’un ideaları da bunlardan değil midir? Neydi Devlet’in ana sorusu? Adalet nedir? Platon bir cevap verdi ya da biz öyle zannettik. (Ne de olsa 7. mektubunda Platon felsefi hakikatler hakkında hiçbir şey yazmadığını söylemişti.) Peki adaletin neliğine dair verilmiş cevaplar bugüne dek bizi tatmin etti mi? Bireysel ya da toplumsal olarak adil olabildik mi? Felsefeden beklediğimiz cevap mıydı? Yoksa Sokrates’in yaptığı gibi cehalet aşılamak mıydı bilgenin görevi? Yöneticiler böyle güzel suç işlemeyi nereden öğrendi?
Nedir o halde bir kavram ya da idea? Kant’ın ilk cümlesinin anlamı kitabın ilerleyen safhalarında kendisini belli eder. Aklın ideleri bilinemezler, deneyime giremezler ama bilmek ve deneyimlemek için elzemdirler. Aklın işi her daim tamamlanmadan kalır. Aklın kavramları, yani ideler başlı başına bir problemdir. Felsefeyi soruları kapatan cevaplar üretmek mi sanmıştınız?
Aklın kuş bakışından yaşam düzenli görünebilir, ama aklın kendisine ve muhtevasına bakacak olsak ortalık yangın yeridir. Aklı ve onun muhtevasını temaşa etmeyi bıraktığımızda ise yangın yeryüzüne sıçrar; hak ile suç birbirine karışır, adalet güçlünün işine gelen olur. (Platon, Devlet; Thrasymakhos’un iddiası.) Peki Platon neye çağırır bizi? Adaletin kendisine bakmaya. Bakmak bilmek midir? Kimi zaman evet, kimi zaman hayır. Zaman karar verir cevabın ve sorunun meşruiyetine. “Zaman (aion) oyun, dama oynayan bir çocuktur; çocuğun krallığıdır o.” (Herakleitos, B52: Hippol. Refut. IX 9) İnşa eden de zamandır yıkıp sorun çıkaran da. Deneyimde işte adalet budur diyemez kimse; ne de ben adilim diyebilir. Adalet yokluğuyla varlığını garanti altına alandır. Tanrı, yokluğunda varlığına şahit olunandır. Özgürlük yokluğunda kendini aratan; kozmos ya da düzen yokluğunda bakanı kör edendir. Peki bu kavramların varlıkları nerededir? Aradığınız yerde bulamazsınız onları. Filozoflardan duyduğunuz cevaplar da bir yere kadar taşır sizi. Kavram bir problem, yaşananlar da onun birer semptomudur. Her yerde ve yüzde farklı açar kendisini. Hem hepsidir o hem de hiçbiri. Geriye bir soru kalır yalnızca: X nedir? Adalet nedir? Platon’un bu tür sorulara verdiği cevabın karakteristiği aşikârdır: Pay alma (meteksis). Sen adalete ne kadar verirsen, o da sana o kadar verir. Bu cevabı beğenmemek, soruyu kabul etmemektir. Öyle bir cevap ki sorudan daha soru. Felsefi hakikatleri Amazon’dan sipariş edebileceğiniz zannına mı kapılmıştınız? O hakikatleri kendi ruhunda yeniden yeşertecek olan sizsiniz; yani hakikati hatırlayacak olan sizlersiniz derken Platon, mitik bir hikaye mi anlatıyordu yani?
Adalet ideadır işte; bir soru, bir sorun, bir krizdir. Ama çözebileceğiniz bir problem değil tahammül edeceğiniz bir problemdir o. Yaşamı problem çözme sanatı sayanlara, problemlerle yaşamayı öğretmede mahirdir yaşam ve zaman (aion). Boşuna mıydı Platon’un diyaloglarını sorularla bitirmesi? Cevabı bulamadık deyip çekip gitmesi. Gençliğinin kafa karışıklığı diyecektir kimileri. Vallahi değil. En muhafazakar görüldüğü ve orantısızca eleştirildiği Devlet’te bile, metnin nasıl kapandığını hatırlayın.
Savaşçı Er’in hikayesi anlatılır. Ölmüştür de geri gelmiştir bu dünyaya. Öte dünyadan mesajlar getirmiştir. Ölümsüz olan ruh, belli bir süre ödül ya da cezayla vakit geçirdikten sonra yeniden doğacaktır ve bir sonraki hayatını seçecektir ve kader tanrıçaları Moira’ların ipliklerden ördüğü ağlara yeniden dokunacaktır. Lethe ırmağından içip, bildiği her şeyi unutup yeniden bir ömrü inşa edecektir. Hangi yaşamı seçecektir peki ruh? Bir köpeğinkini mi? Bir tiranınkini mi? Bu seçimin niteliğini bir önceki yaşamın niteliği belirleyecektir. Nasıl ki felsefe ölüme hazırlanmaktır (Platon, Phaidon); bir sonraki yaşamı seçme edimi de felsefece yaşanmış bir ömrün sonucu olacaktır. Kitabın bu bahisle bitmesi boşuna değildir. Uzun sayfalar boyunca adaletin hem bireyde hem de devlet organizasyonunda ne olduğu tartışılmış ve bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Hatta tüm dinleyiciler ikna olmuş durumdadır. Parodik bir şekilde, ideal devlette işlerin nasıl yürüyeceği bağıra çağıra Atina’ya duyurulmuştur. Ama Sokrates son bir soruyla kapatır yine diyaloğu: Sen hangi yaşamı seçeceksin? Adaletin ne olduğuna karar verdik. Buna sen de ikna oldun. Artık adaletin ne olduğunu biliyorsun. Adil bir yaşam sürmeyi ve adil bir toplumu kurmayı istiyor musun? Sorunun güzelliğine dikkatinizi çekerim! Adaleti seçmeden, ona aşık olmadan ve de ona inanmadan onu bilebileceğini mi düşündün? Hadi lafzi olarak bildin diyelim. Adil olmayı istiyor musun? Adalet senin için gerçek bir problem mi? Bu problem senin ruhunda, bedeninde, zihninde; yani külliyen senin varlığında semptomlarını gösterdi mi? Hayır mı? O zaman adaleti bilsen ne olur bilmesen ne olur?
Tekrar edelim, felsefe bir kavram çalışmasıdır. Kavramlarla düşünür o. Bir kez daha söyleyelim, kavram bir problemdir; ya da her kavram bir problemin, bir krizin yüzlerinden biridir. Platon probleme bakmaya çağırır bizi; çünkü gerçeklik çığırından çıkmıştır. Gerçekliğin karmaşası kendinde adalete, adaletin ideasına bakmakla bir anlığına askıya alınır. Bugün binlerce, belki milyonlarca insan bizi bir yere bakmaya çağırıyor. Hayatın akışı askıya alınsın istiyor. Nereye bakacağız? Yine aynı ideaya; adalete. Doğrusu da bu… Kimseye adaleti öğretmeye kalkmadan, adalet bu şemsiyenin altındadır demeden; ama olanca gücüyle haksızlığı ve eşitsizliği bağırarak. Sokrates içindeki bir daimondan söz ederdi. Ona şunu şunu yap demezmiş de dur, yapma dermiş. Bugün belki de biz vicdan diyoruz bu iç sese. Vicdanın sesine kulak verenin tutumu olumsuzdur; neyi yapacağına dair karar kendinden gelir, ama neyi yapmayacağına dair emir akıldan; ya da belki de vicdandan. Bu yolda adım atanlar aklın, vicdanın ya da kalbin ne yapmamızı istediğini de duyar belki; ama biz daha yolun başındayız.
Haksızlığı ve eşitsizliği bağırmak… Bu eşitlik ve hak talebi, adı sanı okunmayanların ya da adı tarihten silinsin istenenlerin özgürlüğü için yeni sahneler açar. O sahnede oyuncular ne güzel oyunlar oynar. Zaman gelir çocuğun krallığı senden yana oynar damanın taşlarını. Ama zaman oldum; adil oldum; hakikat oldum zannetme. Aynı çocuk dama taşlarını denize fırlatmayı da bilir. Olup olabileceğin bir problemdir; yapıp yapabileceğin bir soruyu sormaktır: Adalet nedir? Bu soruyu bir ömür sormaya hazır mısın?
Sahi Platon’u verdiği cevaplardan ötürü ayıplayanlar, onun sorduğu soruları sırtlarından atamadığı için utanırlar mı dersiniz? Platon’u hakikat söyleyen bir filozof olarak okumanın kolaycılığı, bir soru olmaya ve probleme tahammül etmeye tercih edilebilir mi? Platon alemi ikiye ayırdı diyenler, bu iki dünyayı bir yapmanın kendilerine düştüğünü anlayamadılar. Filozoftan hakikat umup, bulduklarıyla mutlu olamadılar. Ya cevap sen mutlu ol diye değil, o soruyu kendin için sor diye verildiyse? Platon’un büyük hakikat iddiası 2500 yıllık bir ironiyse…
Mesele basit. Bağrımızda yanan ateşi harlayan nefes filozoftan gelmeyecek. Filozof çıkıp da kimseye sen haklısın demeyecek. Ama haksıza haksız diyecek. Hakkın ne olduğunu haksız denilenin karşıtı söylemeyecek. Filozof sizi bir yere davet edecek. Haksızlığı ve hukuksuzluğu bağırırken, adalete bakmaya, onun harıyla yanmaya davet... Belki hakiki cevap 3000 yıl daha bulunamayacak. Belki de hiçbir zaman. Ama bu soruyu sormak, bu problem olmak bize büyük kazançlar sağlayacak. O yüzden sadece adaleti kendi meşrebince arayabilenlerin sofrası kurulduğunda her şey askıya alınabilecek. Adaleti arayanların yolu muhakkak bir yerlerde, sokaklarda kesişir, bir sofra kurulur. Adaleti buldum diyenlerin, adaleti kendi hırkasından içre görenlerin hükmü ise gün gelir aynı soruyu bize yeniden sordurur. Onlar bize sordurmadan biz sormaya devam edelim en iyisi.
Yılmadan bir kez daha söyleyelim: Hakikat bir cevaptan ziyade bir sorudur. Kavram dediğin de bizatihi bir problemdir. Adalet bugün bizim en büyük problemimizdir. O yüzden ne yalnızca sandık kurmak, ne yalnızca sokakta olmak yetecek; haksızlığı bağırdıkça gözümüzü yukarıya dikmeye, adalete bakmaya ve onu düşünmeye devam etmek zorundayız. Adaletsizliği bağırmaktan öte, adalet olmak zorundayız; ama hiçbir zaman olamayacağımızı bile bile. Soru sormayı bırakıp soru olmak zorundayız. Adaleti bilmekle yetinmeyip adaleti isteyecek ruha kavuşmak zorundayız. Bağırmaya, sokaklara saçılmaya, adaletsizliği göstermeye ve bir hayaleti aramaya yazgılıyız; çünkü özgürlüğe yazgılıyız.
Saraylar saltanatlar çöker, o gencecik çocuklar katılır tekrar aramıza, sokaklarda bağırdığımız yalnızca adaletsizlik değil adalet şarkıları olur, akıtılan gözyaşları diner, akan her damla kan susar birgün zulüm biter. Ama bunun olması başka, bunu oldurmak başka… Başa geleni çekmek başka, bahtınla yâr olmak başka… Bahtında korkmak var, ama yılgınlık bambaşka… Ey herşey bitti diyenler, korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler! Ne evlerde üzülenler ne okul sırasında özgürlük düşleyenler ne sorular ne soranlar ne de kentlerde devleşen öfkeler, henüz elveda demediler. Bitmedi sürüyor o kavga ve sürecek. Yeryüzü aşkın yüzü, adalet hepimizin onulmaz yarası oluncaya dek!*
Çok mu şey istiyor bilgelik bizden? Maşuğun isteği aşığa çok gelmez. Soru sormayı bırakıp soru olmanın yolu payını aramaktan, payını bulmaktan ve payını almaktan geçer. Kimse dağıtmayacak o payı. Bir kez daha meteksis, bir kez daha Platon ve o büyük soru: Sen ne istiyorsun? Göreceğini gördün, duyacağını duydun, düşüneceğini düşündün ve bileceğini bildin. Yine de bildiğin olabildin mi? Hangi yola gireceksin? Bahtın kimi zaman sokakta kimi zaman televizyon ekranında; oy sandığında, dostunun ve belki düşmanının gözlerinde kimi zaman ve kimi zaman kodeste, göz altında. Ama daima içinde… Doğru soruyu arayanlar! Soru daima cevabın içinde: Sen ne kadar verirsen adalete, o da o kadar verir sana.
Bekir Aşçı
* Adnan Yücel'e muhabbetle.